30 Ekim 2007 Salı

Minimalından Manitalar


Emo Volgar ve Acıbaden Nafile'nin geçen Mart'ta başlayan fantastiko maceraları kimi kimi bayılıp çizemediğim aralıklarla devam ediyor. Leman /Atom

10 Mayıs 2007 Perşembe

SİYASİ ORTAM

(Yeni Harman, Nisan 2007 sayısı için hazırlanmış bir yazı...)

SAZANLAMA DİYARI (Bu Sular Çok Tatlı, Sende Yüzsenize)

Ötekini Tasfiye Çağı

Her siyasi düşün grubu, iktidar olsun olmasın, isterse ara ara olayazsın, yahut ezelden ebediye muhalefet olarak kalsın, varlığını meşru kılmak için bir ötekinin varlığına ihtiyaç duyar. Çok denyodur lakin siyasi düşünce tarihinin ağdalı mücadelerinin özü budur. Misal ki sen ben, Ahmet Veli ve Grup Gece Kolcuları bir cemaat olalım. Siyasi ve/veya dini fikirleri olan bir ekip olalım. Bizim kendimize “bizler” diyebilmemiz için, muhakkak, tü kaka yapılacak, yeri gelince lince tabi tutulup, bazı zaman başına kurşun sıkılacak, tepesine bomba yağdırılarak haddi bildirilecek bir takım “öteki”lere muhtaç olacağızdır. Bu tarihin başlangıcından beri böyledir; yüce ABD imparatorluğu varlığının son 50 senesi boyunca dünyanın ucuna bucağına özgürlük servisi yapar ve kominist, tiran, mistik kafalı filan diyerek ötekilerden 14 milyon insanı hiç ederken böyle olmuştur. Sünniler Alevileri, Katolikler Protestanları, dinliler dinsizleri, mor başlıklılar, lacivert başlıklıları durmaksızın telef ederken de böyle olmuştur. Soğuk savaş sona erip, dünya kominist tehlikesinden kurtuluverdiğinde, ortaya çıkan “Ya uzaylılar gelir de gezegenimizi parçık pinçik edecek olurlarsa?” hezayayınına mutesanit, holivudun içine düştüğü “öteki uzaylıya karşı zaferi göğüsleyen kahraman ABD” senaryolu filmler geçidi, bu ironik gerçeğin sanatsal yaygarasıdır nitekim; Şayet, bir gün tüm insanlık androjen, cinsiyetsiz, aynı dine inanan, tek ırk, imtiyazsız ve yekpare bir bütün oluversek, “biz dostuz” diye gelecek ilk uzaylının kafasına taşı koymakta beis görmeyiz. Bir ötekimiz yoksa, ona küfredemiyorsak, onu katledemiyorsak, vatani, milli, dini duygularımız coşuverince gidip bir güzel boğazını doğrayamıyorsak, o inandığımız değerleri ne edelim yahu? Turşusunu mu basalım?

Misyonerden domuz bağına, pozisyon zenginliği

En flaş, en son, en tüy ürperticisinden münferit milli ve dini duygu rencidelenmesi kaynaklı cinayetler, ben bu satırları yazmazdan hemen bir gün önce, Malatya’da, Hrant Dink’in ve tuhaftır Mehmet Ali Ağca’nın memleketinde işlendi. Beş üniveristeye hazırlık öğrencisi, yirmili yaşlarını henüz görmüş, bir tarikatın yurdunda kalan delifişekler, misyonerlik yaptıkları gerekçesiyle, günün en civcivli saatlerinde bir yayınevini basıp, üç kişinin boğazını kestiler. Bugün terörizmle mücadelenin kalesi ABD, Irak’ta ötekisi olan, (özgürlükçü, eşitlikçi, demoktarik değerlerin tamamınını temsil eden ABD’nin zıddı, karşıtı, ondan olmayanı) bir milyona yakın sivilli askerli halkı öldürdüğü dünyada, “az sonra” heyecanı ve global reklam kampanyalarının dumanı üzerinde tüterken İran’a özgürlük aşılamayı muştuladığı dakikalarda, bu münferit cinayetlere şaşırmayı, naiflik adlediyorum. Ne de olsa dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de, suni demoktarik toplumumuzun derin devlet baba destkeli kollarında da, “ötekini tasfiye etmek bir ata sporudur”. Kahramanlık, delikanlılık alametidir.

Sus Yoksa Sıra Sana da Gelir


Şimdi biz ötekilere düşen, (Ben, sen, Ali, Veli ve grup Gece Kolcuları’na) bu cinayetin de, öncekiler gibi, bir türlü aydınlamayan ucuna, hedef gösteren, powerpoint şovlarıyla türlü resmi toplantılarda işaret kaydedenlerine, hukukun konudaki çaresizliğine, yargılanma süreçlerinin ağdalı sonuçsuzluğuna, grup, ekip, cemiyet, dernek, dergah bağlantılarının olmayıp da nasıl da başlı başına bir galeyana gelişten kaynaklandığına filan bakabaka kalmaktır. Çünkü bu ülkede böyle münferit hislenip çoşuvermelerin olmasını engelemeye nasılsa kimsenin gücü yetmez. Ben, sen, Ali Veli kırdokuz elliyi, günün ne güzel saatlerinde, Cihangir’in ortayerindeki dergide, olmadı onun yöresindeki kahvede filan kurşunlasalar, kuşbaşı kesseler, akıllı olmamızı sağlasalar, kim kime dum duma, giderek meşrulaşan “ötekinden hazzetmediğim için onu kesiyorum” zihniyetinin b.k yoluna gitmiş oluruz. Katilleri yakalayıp, önce çay ikram edip, sonra ardı bayraklı poz çektiriler, onların abileri aniden yok olur, davaları kırk yıl sürer, maşanın kendisinden başka yanan olmaz da, en liberali, en ılımlı demokratiği filan, yükselen dinci örgütlenmeye karşı “yar bize bir darbe” diye iki satır yazar. Olur bunlar, şaşılası değildir.

O sebepten susuyorum, tek kelime etmedim fark ettiyseniz...



Seçerim de Seçilirim de!

Fox Tv beni neşelendiriyor. Yirmidört saatlik yayın akışının hangi noktasında denk gelirseniz gelin, sürekli bir göbek atma, gerdan kırma, şakıma, dahası sürekli, had safada bir kendini ifade özgürlüğü mevzu bahis. Haber bülteni bile magazin programları gibi, öyle renkli, öyle kolay anlaşılır ki. İnsan elinde olmadan keyiflenmekten, dünya derdini toyekün unutup, Asena’nın nasıl deli olduğunu, hangi ünlülerin nasıl “Sobee”lendiğini filan görerek rahatlamaktan kendini alamıyor. Ayak parmağından ense köküne bir rehavet ki sormayın, adeta papatya çayı gibi...

Bu kanalda en fanatikçe takip ettiğim program ise, “Magazin Mahkemesi”. Ciddiyetinden sual olunamaması için elindeki tokmakla hırs hırs çıkışlar yapan, “Alkışa izin vermiyorum, kızım sende arkadaşının kulağını elleme” diye kürsüden ses getiren hakimi olsun, iki ünlü mankenimizin “mankenleştirilmiş avukat” kostümleriyle ünlüleri savunuşlarındaki asalet, iki önemli basın mensubunun “sünnete gittim gelicem” kostümleriyle ünlülerin ipliğini on paraya satmak için gösterdikleri cansiperhane ciddiyet olsun, hepsi on numara. Hele konu nihayetlerinde, sözü yüce Türk halkının SMS çeken bilek kuvvetine bırakmıyorlar mı? Duygu seli oluyor, özgürlük ve demokrasinin beşiği ABD doğumlu bu kanalla aramızda bir yürek bağı kuruyorum. Hüsnü Şenlendirici evini ailesini bırakıp, Deniz Seki’ye kaçmakta ne kadar haklı, 7788’e Hüsnü yaz, yolla; KARARI SEN VER! Al gülüm ver gülüm...

Destekleyin Beni!

Aynı şekilde yarışanıyla jürisiyle Türkiye’deki demokratikleşme sürecine depar attıran nice yarışma programları var her kanalda. Kimi şarkı söyletiyor, kimi labut attırıyor, buzda kaydıranı var, aslanla çemberde oynatanı var. Sonsuz bir yarışabilme özgürlüğü. Bazen diyorum ki, belediyeleri, politikacları hep böyle yarışmalarda seçelim. Onlar her hafta performans yapsınlar. Misal kimi yarışmacı en güzel sesiyle 301’i yorumlasın, kimi belediye İstanbul’un rantı bal yerlerinden bir araziyi arzuladığı için, memleketin sayılı tiyatro-opera binasından birini yıksın, yerine katotopark diksin, illaki bir jüri de bunları değerlendirsin. “İçinden gelerek, hissederek oku şu Anayasa’yı. Takımının rengi meclisin dekorasyonuyla hiç uymuyo!” filan desin. Ama son söz, hep yüce Türk halkının SMS becerilerine kalsın. Kalabilsin. Böyle bir Türkiye arzuluyorum.

Lakin tabi yüce Türk halkının bu önemli mevzularda sesi olabilmek için, bol miktarda kontöre yahut faturası babalar tarafından ödenen bir hatta sahip olmak lazım. Benim eksiğim, şahsi eşekliğim, kontörüm yok! O sebepten, beleşi beleşine ve sıcağı sıcağına fikir belirtebilmek için illaki bende jüri olmak istiyorum! Hem diğer juri kişiler gibi kendiliğinden, oluşuna istinaden bir duayen, bir sosyal olgu olmak, sosyal bir olguyumcukla lafımı dinletmek, hatta ağzımı yayarak ülkemi esir alan vağroşluklara karşı yardırmak, hem de ülke hassasiyetinin bebek poposu kıvamında olduğu, millet, din, örf, adet vb. konularda ardıma seyirici alkışı alarak kıyasıya çemkirmek istiyorum.

İnanın bana, ülkemizdeki seçme ve seçilme özgürlüğü hiç bir vakit bu denli bilinçli, bu denli çoşkuyla, bu kadar vatanperverce kutsanmamıştı. Varsın parti iç tüzükleri, seçim yasası dış çeperleriyle filan mecliste çok sesli bir temsilimiz olamayıversin. Cumhurbaşkanlığı seçiminde adaylık, sanki Cumhurbaşkanı olmak ülkenin en ayıp şeyiymiş gibi son saniyelere bırakılan bir siyasi ayak oyunu olsun, ne gam ayol? Ben gönlümdeki OverlokçuStar’ı, nebleyim, Vantrolglar Kumpanyası’nın birincisini gönlümce seçebiliyor, seçilebiliyor muyum arkadaş? Ona bakarım...

9 Mayıs 2007 Çarşamba

ROLLING STONE












(Rolling Stone, Nisan 2007)
Bebe Buel'in Liv Taylor'un annesi olduğunu biliyor muydunuz? Peki ya kendisinin vaktiyle rock kulislerinin gülü, sıkı bir groupie olduğunu? (Resme tıkla, öğrenmesi bedava)

Groupie maalesef bizim dilimizde karşılığı olmayan bir kelime. Oysa ünlü şarkıcı, iş adamı, oyuncularla beraber olan hanımlar silsilesi ülkemiz için hiç de yeni bir hadise değil. Misal sadece bir İbrahim Tatlıses ve onun "dokunduklarının" ünlü olması durumunu incelesek, eminim ordan da en az 5-6 sayfalık haber çıkar. Ama ben işin kaynağına inmek, kavramın ortaya çıkışından bu yana rock sahnesi ne deli hanımlar ağırlamış, bu güzeller kimlermiş ona bakmaya çalıştım. Neredeyse 10 günlük bir çalışmanın sonunda ortaya 6 sayfalık bir iş çıktı, kırptık, böldük yayınladık. Ben araştırır ve yazarken çok eğlendim. Umarım okuyanları da bir nebze neşelendirebilmişimdir.
Bu arada, şahane görselleri için Rolling Stone'a ve bilhassa Yeşim Tabak'a teşekkürü borç bilirim, bilmem mi?

EDİ-TOY OLMAK ÜZERİNE




(İstanbulplus, Eylül 2006)


Yakartop Yayıncılığın sahibi İbrahim Bey, "Taksimania dergisini büyütüp İstanbul'a açıyoruz. Gel derginin editörü ol." teklifinde bulunduğunda, Güzel Sanatlar Saatchi ajansının çömez metin yazarlarından biriydim. Dergi alıyordum, yazı yazıyordum da, dergi çıkartmak konusunda hiç bir fikrim yoktu. Hele ki var olmayan bir dergiyi sıfırdan yaratmak, o an altından kalkılamayacak bi iş gibi görünmüştü bana. Tabi bu çekincemi kendisine söylemektense, derhal transfer ücretimi konuşmaya başlayarak konuyu geçiştirdim.


Bir aylık ön hazırlık devresinden sonra derginin yapılma aşamasında başına oturduğumda herşey çok yeni, karmaşık ama bir o kadar da heyecan vericiydi. "İstanbul'un artısı" diye bir slogan bulmuştum ve ondan yola çıkarak derginin adı, İstanbulplus oldu. Ben de tüm karizma koyma çabalarıma, herşeye yetişme hevesime karşın, iş editör yazısına gelince şöyle bi durdum ve "Ben henüz editör filan değilim, olsam olsam edi-toy olurum" dedim kendime. Velhasıl, toyluğun tek ilacı sanırım yaptığın işi çok ciddiye almak ve çok sevmek. Tabi bir de ayak işi, yok hammaliye filan demeden canla başla çalışmak.


Fotografçımız Savaş (Keskiner) editoy sayfası için bin türlü, bilgisayar başında, vapurda, ciddi, güzel, havalı pozumu çekmişti. Sonra rastlantı eseri elime Temmuz sayısı moda çekimden çekilen şu sayfadaki fotograf geçti. O karede çekim için sandalye taşımaktayım. İşin tuhafı sandalye taşımaktan da ziyadesiyle memnunum. İşte tam da böyle bir şeydi edi-toy olmak. Yaptıkları işleri sadece para, sadece ün, sadece mevkii ve güç için yapanlara şiddetle tavsiye ederim.

RAKINKOK FOREVER







(İstanbulplus, Ekim 2006)


Rakınkok Saatli Mualif Takvimi
(An be an, keyifle hatırlamak için tıklayınız)

İnanın hep içimde kalmıştı; öğrenciyken param olmadı, finallerime denk geldi, işe başladım izin alamadım, vakit ayarlayamadım, sevgilimin canı istemedi filan derken, ömür billah hiç bir müzik festivaline katılamadım. Nihayet tarihler Eylül 2006'yı gösterdiğinde, editör ağırlığımı koyarak, dergi uğruna iki gün bifiil Rock n Coke festivaline dahil oldum. Yazıda ufak tefek eleştirel taraflar, sanki çok eğlenmemişimcesine huysuzluklar bulunabilir. Basındır, olağandır. Lakin nasıl Muse sahne aldığında çimenliğin gerisinde ağlamaklı olan bensem, Gogol Bordello sahnesinin en önünde, 18lik yeniyetmelerle pogo yapan da bendim.

Bundan on sene önce, bizim jenerasyon henüz yeni yeni konserlere giriş izni kazandığında, Türkiye'de böyle festivallerin olabilmesi hayaldi. Oysa yeni jenerasyon daha ufaktan dünya müziğinin devlerini sahnede izleme şansına sahip. İşte bu çocukların arasından, nihayet, dünyayı sallayacak müzisyenler - gruplar çıkartacağız diye mutluyum. Bu yüzdendir ki, bu seneki RadarLive'den de pek umutluyum. Üstelik aldığım duyumlara göre, Marilyn Manson'u mümtaz insan Kaan Sezyum sunacak, sunarken de, hanım çamaşırıyla sahneye çıkacakmış.
Daha ne olsun yahu...

Dükkanınıza İtinayla Sayfa Yapılır
















(İstanbulplus, Eylül 2006)


Dükkan sayfaları İstanbulplus dergisinin moda sayfalarına yarenlik eden, ilgi çekici dükkanların ve ürünlerinin tanıtıldığı neşeli alanlardı. Bu alanlarda dükkana gidilip çekim yapılır, hakkında güzelinden yazı yazılırdı. Sayfa Asmalımescit civarında bulunan Adidas Originals mağazasını tanıtıyor. Küçük resimde model arkadaşı taciz eder gibi duran, aslında kıza poz verdirten kişi ise bendenizim. Sanat yönetmenliği kabiliyetim işte bu karede ziyadesiyle kendini belli etmektedir. Peki bu çekimden sonra Adidas dükkanı "Başımızın gözümüzün sadakası olsun" diyerek bize bir çift orjinal kolleksiyon ayakkabı hediye etmiş midir? Maaleseftir, hayırdır...

ÜSTELİK KİTAP KURDUYUM








(Taksimania, Aralık 2005)


(Taksimania, Ekim 2005)


Not: İşte bu yapmayı en çok sevdiğim işlerden biri. Sen güzel güzel kitabını okuyacaksın, sonra üzerine bir de yazı yazacaksın ve sana bunun için para verecekler. Adeta cennet, adeta keyifli bir kaçamak. Yanlız şusu varki, bu işi yaparken "çok satanlar", "yeni çıkanlar" listelerine de ehemmiyet vermek, onlardan kitap seçmek gerekiyor. İnsan o vakit kendini Melissa P.'den "Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi" adlı muazzam eseri huşu içinde okur, yahut Ahmet Altan'ın sakallarıyla büyüyen ve büyüleyen edebi yeteneğiyle kendinden geçerken buluyor. Olabiliyor böyle hadiseler...
Jipegler ise çok sevdiğim iki kitaba, Douglas Adams'ın "Otostopçunun Galaksi Rehberi" ve Ursula le Guin'in "Dünyanın Doğum Günü"ne ait. Bu kitapları okumadıysanız, resimlere tıklayın. Okumanız için sizi ikna edeceğime bahse giriyorum.
Evet, nesine?